Köy, vadiler arasında kaybolmuş, sessizliğe gömülmüş bir yerdi. Gün doğumuyla uyanır, gün batımıyla uykuya dalardı. Haber bülteni yoktu ama dedikodu boldu. Herkesin işi belliydi, ama kimsenin iç dünyası kimseye açık değildi.
Zehra, köyün yıllardır süt sağan kadınıydı. Sabahları ineklerle, akşamları ev işleriyle geçerdi günleri. Hayatı, geçim ve kızı Elif’in hastalığı arasında sıkışmıştı. Elif, beş yıl önce geçirdiği trafik kazasında belden aşağısı felç kalmıştı. O günden sonra baba evi terk etti. Zehra, kızına tek başına hem anne hem baba oldu.
Elif’in dünyası küçücüktü. Evin kapısı ile bahçedeki tahta bank arası kadar. Sessizdi. Çok okurdu. Gök yüzüne bakardı. Bazen ağlardı, ama kimseye belli etmezdi.
Sonra bir yabancı çıkageldi.
Kimse onun nereden geldiğini bilmiyordu. Üstü başı yıpranmıştı. Ayakları çıplak sayılırdı. Eski, terk edilmiş kulübede yaşıyordu. Kimseyle konuşmazdı. Kimi onun eski bir asker olduğunu, kimi deli olduğunu söylerdi.
Bir gün, Elif’le otururken görüldü. Elinde küçük bir tahta figür vardı. Ona gösteriyordu. Elif gülümsüyordu. O gün ilk defa bir gülümseme yayıldı kızın yüzüne.
Ertesi gün tekrar geldi. Bazen çiçek getirdi, bazen sadece oturdu. Elif değişmeye başlamıştı. Daha fazla çizim yapıyor, daha sık gülümsüyordu. Zehra bunu pencerenin ardından izliyordu. İçinde bir şey kıpırdıyordu: korku mu, umut mu, anlayamıyordu.

Ta ki o sabaha kadar.
Bir komşu kapısını çalıp nefes nefese dedi ki:
— O adam… Elif’i alıp dere kenarındaki eski hamama götürdü.
Zehra duyduğunu tam anlamadan fırladı. Ayakkabı giymeyi bile unuttu. Kalbi göğsünden çıkacak gibiydi.
Hamamın kapısını tekmeledi ve içeri girdi. Girdiği anda zaman durdu.
Hamamın içinde loş bir ışık vardı. Birkaç mum yanıyordu. Buhar hafifçe yükseliyordu. Elif, temiz bir çarşafın içinde, bir taşın üstünde yatıyordu. Yüzü sakindi. Saçları ıslaktı. Yabancı adam ise diz çökmüş, dikkatlice Elif’in ayaklarını yıkıyordu. Bir leğende ılık su vardı. Sessizdi. Saygılıydı. Hareketleri dua gibiydi.
Ne sapkınlık vardı ne korku. Sadece insanlık. Sessiz, derin bir şefkat.
Zehra bir şey söylemedi. Sadece yere çöktü. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Uzun zamandır ilk defa, kalbi yumuşadı.
Adam o gece sessizce köyü terk etti. Bir daha kimse onu görmedi.
İki gün sonra bir paket geldi. Üzerinde sadece “Elif” yazıyordu. İçinden yeni, elektrikli bir tekerlekli sandalye çıktı. Yanında küçük, tahta bir yıldız vardı. Üzerinde el yazısıyla:
“Kırık değilsin. Işıksın.”
İmza yoktu. Adres yoktu.
O günden sonra Elif değişti. Çizimleri renklenmeye başladı. Rüyalarını yazmaya, kuşlar çizmeye başladı. Bir gün, annesine dönüp dedi ki:
— Anne, ben ışığım. O adam bana bunu öğretti.
Ve Zehra, kim olduğunu soranlara artık hep aynı cevabı veriyordu:
“Melek değildi belki. Ama bir insanın en saf haliydi.”